'Behzat Ç.'yi sahnede görme yarışı…

'Behzat Ç.'yi sahnede görme yarışı…
Giriş Tarihi : 08.04.2013 - 11:00
Güncelleme Tarihi : 08.04.2013 - 11:00
'Behzat Ç.'yi sahnede görme yarışı…


Can Dündar ve Erdal Beşikçioğlu “Sofrada Baş Başa” için buluştu. Tiyatronun kulisinde, makyaj esnasında başlayan sohbet oyundan sonra Ankara’nın yeni mekanı Gaga’da devam etti

Akün, Ankara’nın gözde sinemalarından biriydi. Kapandı.
Ama şükür ki alışveriş merkezi filan olmadı. Şimdi orası Devlet Tiyatroları’nın Akün Sahnesi…
Bugünlerde sabahları önünden geçerseniz gün doğmadan gişe önünde kuyruk oluştuğunu göreceksiniz.
Kuyruktakiler “Bir Delinin Hatıra Defteri” oyunu için bilet peşinde… Ancak oyun, her gece kapalı gişe…
Gogol sevdası mı?
Hayır!
“Behzat Ç.”yi sahnede görme yarışı…

Bir deli
“Bir Ankara Polisiyesi”nin fenomene dönüşen kahramanı Behzat Ç.’ye hayat veren Erdal Beşikçioğlu, haftanın altı gecesi şizofrenik İvanoviç Popriçin kılığında, sadece Çar’a ve bürokrasisine değil, yerleşik düzene kafa tutuyor.
Beşikçioğlu bir sabah, “Ben bu oyunu oynamalıyım” kararıyla uyanmış, sonra oyunu sahnede havada asılı olarak oynama fikri doğmuş. O fikir, bir vincin kepçesi üzerinde oynama fikrini doğurmuş.
Vincin etrafını çepeçevre saran seyirci, kepçenin üzerinde sisteme bağırıp küfreden, korkan, söylenen, hacet gideren bir “deli / dahi”yi izliyor.
Altı sezon olmuş başlayalı; dile kolay
300 oyun…

Ayna karşısında
Oyun öncesi Beşikçioğlu’nu dekorun altında, bir vinç teknisyeniyle konuşurken buldum.
Teknisyen, “Abi çok yoruyorsunuz vinci” deyince güldüm.
Vinç o kadar yoruluyorsa vinci kullanan, sahnedeki adam ne haldeydi kim bilir?
Bunu sorduğumda “Ben eğleniyorum her gece” dedi. 
Sohbet için kulise geçtik.
Askıda, oyunda giydiği kirli urbası vardı; makyaj masasının üzerinde pek sevdiği renkli jelibonlar, gofretler ve muzlar…
Bir de kristal uğur filleri…
Gündelik kıyafetini çıkarıp urbalarını giydi, sonra makyaj malzemeleriyle ayna karşısına oturdu, gözaltlarına, burnuna, dudağının kenarına, şakağına, ellerine kan, kömür lekeleri kondurdu. Bunu çekirdek çitler gibi rahat yapıyordu.
Bizim haber stüdyolarının makyaj odalarıyla kıyasladım:
Haberciler, gerçeklik duygusunu beslemek için makyaj yapıyordu; tiyatrocular, farklı bir gerçeklik duygusu yaratmak için…
15 dakikada “Behzat Ç.”nin bir Gogol kahramanına dönüşmesine tanık oldum.

Gaga’da bir gece
O makyaj esnasında başlayan sohbetimiz, oyundan sonra, tiyatronun hemen arkasındaki Gaga restoran-barda sürdü.
Aslında bu sohbeti, dizi müptelalarının çok iyi bileceği Küçükesat’taki, o her daim Neşet Ertaş çalan meyhanede yapmak istedim. Dizinin hemen her bölümünde “Amirim ve ekibi”, orada türkü dinleyip rakı içerek günü değerlendirirdi.
Biz de orada söyleşelim istedim; ancak Erdal Beşikçioğlu, belki de haklı olarak, yine Behzat’la özdeşleştirilmekten sakındı.
Gaga’yı seçti.
Gaga, Ankara’nın yeni mekanlarından biri…
Sahibini, benim gibi Radyo ODTÜ dinleyicileri, her sabah yayınlanan “Modern Sabahlar” programından tanıyor.
Fahir Öngüç, yine kendi işlettiği müzik mabedi İF’e yakın bu restoranda son derece sıcak bir ortam yaratmış.     
Yemeğe sonradan “Behzat Ç.” ekibinden (ekibin tek kadını) Seda Bakan ile (Behzat’ın üvey kızı) Ayça Eren de katıldı.
Beşikçioğlu, oyun çıkışı yemek yemediğinden menüde sadece peynir tabağı, muska böreği ve kırmızı şarap vardı.
Beşikçioğlu’nun üç haftalık bebeği nedeniyle de normalde İF’de devam edebilecek gece, kısa kesildi.
“Ömer”, her şeyin önüne geçmişti.

Can D.: “En çok bip’lenen dizi” unvanı da sizin… Biz evde izlerken, “Bip’te hangi küfür vardı?” oyunu oynuyoruz aramızda…
Erdal B.: “Eleştirilere rağmen yapıyoruz yapacağımızı… Muhteşem Yüzyıl’da da “ceddimize hakaret” gibi bir durum görmüyorum.”

Can Dündar: “Rolün üstüne yapışmasından rahatsız mısın?”
Erdal Beşikçioğlu: “Bu risk her zaman var. Her hafta seyircinin akrabası gibi oluyorsunuz. Tiyatroya da Erdal B.’yi değil, Behzat Ç.’yi görmeye geliyorlar”

'Oğlum siyasetçi olsun, ülkenin gündemi ile ilgilensin isterim'

Can Dündar: Bebek, her girdiği evde hayatı alt üst eder. Ben, bebeğimiz olduğunda işi gücü unutmuştum. Sizin evi nasıl etkiledi Ömer’in gelişi?
Erdal Beşikçioğlu: Durdu hayat… Her gün nöbetteyiz. (Cep telefonundan heyecanla oğlunun fotoğraflarını gösteriyor. “Bana benzetiyorlar, benziyor mu?” diye soruyor)
Can D.: Hem bebek, hem bunca iş nasıl yürüyor? Bir gün nasıl geçiyor?
Erdal B.: Sabah 5’te kalkıyorum, oğlanla ilgileniyorum. 7.30’da kızım Derin’i okula götürüyorum. 10.30’da Behzat Ç.’nin setinde oluyorum. 17.00 gibi çıkıp oyuna geliyorum.
Can D.: Pek işinden taviz vermemiş gibisin?
Erdal B.: Eskiden bu programın içine bir de film sıkıştırabiliyorduk. Bebekten sonra zorlaştı. Açıkçası bu yaştan sonra nasıl bakacağız diye endişeliydim, ama iyi geldi. Karnı acıkıyor, altını pisletiyor, gazı oluyor, ağlıyor. 10 yıl önce Derin doğduğunda da bunlar oluyordu ama o zaman panikliyorduk. Şimdi işi öğrendik. Bunların, yeni doğmuş bir canlının normal içgüdüleri, refleksleri olduğunu biliyoruz. Mutlulukla karşılıyoruz. Arada ona piyano çalıyorum; farklı tarzlara farklı tepkiler veriyor.

'Parlak bir öğrenci değildim, fende zayıftım'

Can D.: Adı niye Ömer?
Erdal B.:  Amcamın ismi… Ünye’de ayakkabı tamircisiydi. Karadeniz hattında çalışan şoförlerin hepsi bir dönem amcamın ayakkabılarını giyerdi. Çivili, sağlam ayakkabılar yapardı. Çok hoşsohbet bir adamdı. Ayakkabı yaparken onu izlemeye bayılırdım. O yüzden oğlumuza Ömer amcamın adını verdik.
Can D.: Sizinki Karadeniz’den almış adını… Bizimki Ege’den… O dönem Sezen Aksu’nun “Kalbim Ege’de kaldı” şarkısı vardı. Oradan “Ege” koyduk adını… Sizin baba tarafı Karadenizli mi?
Erdal B.: Evet. Anne tarafı da Arnavut. Balkanlardan göçüp Ankara Mamak’a yerleşmişler. Evlendikten sonra yeni yapılan Bahçelievler’e yerleşmişler. Ben orada doğmuşum.
7. Cadde’de…
Can D.: Bahçeli, bahçe içinde çift katlı evleriyle özel bir semtti. Bizim belgeselleri yaptığımız büro da
7. Cadde’nin hemen paralelindeydi.
4. Cadde… Sokakta yıkılıp apartman yapılmayan tek müstakil evdi. Herkes plazalarda çalışırken ben arabamı bir dut ağacının altına park edebiliyor olmaktan dolayı sevinirdim. İş çıkışı arabanın her yanı dut olurdu, o ayrı… Biz ayrıldık, son evi de yıktılar; dut da kesildi. Şimdi oradan geçmemeye çalışıyorum.
Erdal B.: Eskiden Gima vardı, şimdi Pizza Hut oldu; oradaydı bizim ev… Oradaki Ulubatlı Hasan İlkokulu’nda okula başladım. Sonra
2. ve 3. sınıfları Kayseri’de, 4 ve 5’i İzmir Gazi’de okudum.
Can D.: Baba bürokrat tabii… Hemen tüm Ankaralılar gibi…
Erdal B.: Evet, Vakıflar Bankası’nda müfettişti babam…
Can D.: Terfiyle mi gezdi o kadar, sürgün mü?
Erdal B.: Bölge müdürü olarak gitmişti Kayseri ve İzmir’e… Sonra Genel Müdür olacakken, olmadı, Tokat’a sürdüler. Lise sonu Tokat’ta okudum.
Can D.: 12 Eylül dönemi mi?
Erdal B.: Özal dönemi… 1983…
Can D.: Hepimiz için dönüm noktası… Tiyatro nereden girdi kanına?
Erdal B.: Lisede amatör tiyatro yapıyorduk. Ankara’ya dönünce “Eee şimdi ne yapacağız” dedim. Pek parlak bir öğrenci değildim. Özellikle fen derslerinde zayıftım.

'9 Eylül’e almadılar, Hacettepe’ye girdim'

Can D.: Ben de öyle…
Erdal B.: Konservatuvar okuyup tiyatrocu olayım dedim. İlk önce İzmir 9 Eylül’ün sınavına girdim, beni almadılar. Sonra Hacettepe Konservatuvarı’nınkine girdim, aldılar. 4 yılda bitirdim.
Can D.: Ömer ne olsun istersin?
Erdal B.: Siyasetçi olsun. Ülkenin gündemiyle ilgilensin isterim.
Can D.: İlk defa duyuyorum bunu… Bizler “Aman çocuğum siyasetten uzak dur, topluluklara karışma” diye büyütülmüş bir nesiliz.
Erdal B.: Evet, benim anam babam da istemezdi siyasetle ilgilenmemi… 80 döneminde büyük acılar çekildiği için, çocuklarını biraz pasifize etmeye çalıştılar. Sonuç ortada… Ben isterim oğlumun siyasetle uğraşmasını…

BiR DELİNİN HATIRA DEFTERİ

'Oynarken kendimi keşfediyorum, tiyatro olmasa çıldırabilirim'

Can D.:Gogol’ün “Deli”sinde ciddi bir bürokrasi eleştirisi vardır. Protokol sıralarında Başkent’in ağır bürokratları oluyor çoğu zaman… Onlara dönüp mü oynuyorsun?
Erdal B.: Aslında sadece bürokratlar yok oyunda, her şey var. Deliliğe vurup siyasi düzene, hatta inanç sistemlerine bile çakıyor. Bir başkaldırı oyunu bu… Çok güçlü bir metin…
Can D.: Yıllarca Genco Erkal’dan izlemiştik oyunu… Ama sizinkinin rejisi hayli değişik.
Erdal B.: Oyunu sahnelerken “Bu yüzyılda bir adam neden delirir?” diye düşündük ve sanayileşmenin insanı nasıl yalnızlaştırdığını göstermek için sahneye bir makine çıkarttık. İnsan makineyi yarattı, işsiz kaldı ve onun esiri oldu. Bunun metaforunu yakalamaya çalıştık. 
Can D.: Çok yorucu değil mi, setten sahneye gelip tek kişilik bir oyunu sürüklemek?..
Erdal B.: Yorulmuyorum. Burada bir kum havuzunda oynuyorum. Kendimi keşfediyorum aslında. Burası olmasa çıldırabilirdim.
Can D.: Sabahın 5’inde bilet için kuyruğa girenler Behzat Ç.’yi mi izlemeye geliyor sence?
Erdal B.: Biz küçükken İzmir’de fuar vardı. Orada Cüneyt Arkın’ı şarkı söylerken izlemiştik. Sesini dinlemeye değil, perdedeki adamı görmeye gitmiştik. Onun gibi bir şey yani… Yadsınmaz bir gerçek.
Can D.: “Behzat Ç.”karakteri üstüne tıpatıp oturan bir elbise gibi... Rolün üstüne yapışmasından rahatsız mısın?
Erdal B.: Bu risk her zaman var. Çünkü her hafta seyircinin yakın akrabası gibi oluyorsunuz. Kimse akrabasından vazgeçmek istemez. Ama onların akraba saydığı, Erdal B. değil, Behzat Ç… Önce Behzat Ç.’yi merak edip görmeye geliyorlar. O yüzden de ilk 20 dakika çok zorlanıyorum. Bir duygudaki seyirciyi başka bir duyguya geçirmem gerekiyor. Ama 20 dakika sonra bakıyorlar ki, Behzat Ç.’yi oynayan adam, burada başka bir hikaye anlatıyor.

'Üç yıl evlere konuk olduk, belki bundan sonra seyirci bize misafirliğe gelir'

“Behzat Ç.”nin geçen haftaki bölümünü izlemediyseniz çok şey kaybettiniz.
Hiçbir dizinin göze alamayacağı bir şeyi denediler.
Bütün bölüm, bir salonda beş adamın derin hesaplaşmasıyla geçti.
Behzat’ın “Bu gece konuşacağız” deyip blurlanmış rakı şişesinin ortaya getirilmesiyle başlayan uzun gece, her bir karakterin birbiriyle ve kendisiyle hesaplaşmasına dönüştü. Gözyaşları, tokatlar, yumruklar, küfürler uçuştu. Gece, menemen sofrası ve Ankara havasıyla sona erdi.
Bir senaryo klasiği, bir oyunculuk dersiydi.

İçiyorsam sebebi var

Erdal B.: Zor işti. Metin çok güzeldi. Ama 48 sayfaydı. Beş kişisiniz. Her birimiz açısından beşer açı demek bu… 48 sayfayı 20-25 sefer oynamışızdır. Bir gün sabah başladık gece saat ikiye kadar çektik. Fatih (Artman-“Harun” karakteri) de çok güzel müdahalelerde bulundu. İnanç (Konukçu-“Hayalet” karakteri) ve Berkan (Şal-“Akbaba” karakteri) da öyle… Biri TV’ye çıkmış, “Adam 45 dakika oturduğu yerde rakı içerek para kazanıyor” diye eleştiriyor. Kardeşim, adam o rakıyı içiyor da, sor bakalım neden içiyor? Hem 45 dakika orada oturuyor da, nasıl oynuyor? Ama bizim seyirci pabuç bırakmaz böyle şeylere… Hemen cevabı yapıştırmışlar: “Sen de 45 dakika oturarak program yapıyorsun.”
Can D.: Benim TV’de en beğendiğim dizi Behzat Ç… Hakikaten sıradışı… Küfürbaz, alkolik, yenik, maço bir karakter… Zor diyaloglar… Buna rağmen nasıl yakaladınız bu başarıyı.?
Erdal B.: (Dizinin yönetmeni) Serdar (Akar), güzel bir matematik yakaladı. 80’lerden kalma, fosil bir cinayet büro komiseri ve onun yanında, hepsi de Ankara’nın gri hiyerarşisi altında ezilmiş zavallı memurlar… Varolma mücadelesi veriyorlar. Empati sağlayınca samimiyet ve içtenlik buluyor seyirci…
Can D.: “En çok bip’lenen dizi” unvanı da sizin… Biz evde izlerken, “Bip’te hangi küfür vardı?” oyunu oynuyoruz aramızda…
Erdal B.: İşte bu… Behzat için çıkarılan tüm güçlükleri bizim seyircimiz oyuna dönüştürdü. Bu da bizim işimize yaradı. Halbuki onlar küfür değil, nida… “Bira” diyemiyoruz bipleniyor. Şişeler blurlanıyor. Oysa yaş sınırı koymuşsunuz. Geç vakte atmışsınız. O kadar bip ve blur olduktan sonra geç vakte, yaş sınırına ne gerek var? Neyse ki kemik bir kitlemiz var bizim. Yazarımız Ercan (Mehmet Erdem) da çok iyi iş çıkarıyor.
Can D.: İtiraf edeyim ki ben Dink cinayetini konu aldığınız bölümden itibaren ilgi duymaya başladım diziye… Sonra da KCK operasyonundan polisteki cemaat yapılanmasına kadar ağır konulara cesaretle girdiniz. Bu haftaki bölümde KCK operasyonuna gireceğiniz için kitabın yazarı Emrah Serbes, izleyicinin desteğini istedi. Tehlike  var mı?
Erdal B.: Aslında terazinin kantarında bir iş yapıyoruz. Ağzımızdan çıkan her lafın önemi var. Tarafsız olmaya çalışıyoruz. Sorular soruyoruz, cevap vermiyoruz.

Sanatçılar neden tepki vermiyor?

Can D.: O noktayı geçmedik mi biraz? Başbakan’ın “Muhteşem Yüzyıl” için yargıyı dürtüklediği noktadayız.
Erdal B.: Enteresan bir durum var orada. Diziyi seyreden de halk, diziyi eleştiren Başbakan’ı seçen de… 
Can D.: Behzat Ç.’ye sansür kuşkusu doğduğunda Ankaralılar eylem yapıp diziyi Sakarya’da toplu izlemişler ve “Ankaralı uyuma, Behzat’ına sahip çık” diye slogan atmıştı. Burada neden sanatçılardan gür bir ses çıkmıyor?
Erdal B.: Eh tabii herkes geleceğini düşünüyor. Pasta büyük ve siz ondan çok küçük tırtıklar alabiliyorsunuz. Biz devede kulak sayılırız. Bir de 657’ye tabiyiz. Devlete karşı tepki veremeyiz; sorular sorarak konuyu gündeme taşıyoruz.
Can D.: Siyasetle sanatın bu kadar kanlı bıçaklı olduğu bir dönmem hatırlamıyorum ben… Heykelden sinemaya, tiyatrodan edebiyata kadar çatışma var. Bu durum sizi nasıl etkiliyor?
Erdal B.: Biz eleştirilere rağmen yapıyoruz yapacağımızı… Ama Muhteşem Yüzyıl’da ben “ceddimize hakaret” gibi bir durum görmüyorum. Durun bakalım, belki daha başındayız; belki hikaye sonradan savaşa açılacak. Belki padişah, harem çatışmalarından sıkılıp savaşa çıkacak. Bu anlamda müdahaleyi doğru bulmuyorum. Beğenmeyen, alternatifini çeker. 
Can D.: Aynı kanaldasınız. Sıra, “ekranın asi çocuğu Behzat”a gelir mi?
Erdal B.: Böyle bir tedirginliğim yok. Behzat Ç., bu sezon bitiyor zaten… Ama ikinci sinema filmi gelecek. Belki sonra üçüncü, dördüncü, beşinci filmi de çekeriz. Belki her ay bir sinema filmi çekeriz. Belki internette devam ederiz. Biz üç yıl evlere konuk olduk, belki bundan sonra seyirci bize misafirliğe gelir.

'Ankara seyircisi kalburüstüdür'

Can D.: Bir Ankaralı olarak Ankara’dan popüler bir dizi çıkmasına seviniyorum. Herkes İstanbul’a koşarken senin Ankara’da oyun koyman da önemli… İstanbul’da çalışmakla Ankara’da çalışmak arasında ne fark var?
Erdal B.: Bir defa düşünce sistematiği olarak Ankara’nın rengi bambaşka…   Zevkleri de biraz kalburüstüdür Ankaralıların… Mesela Ankara’da sekiz-dokuz devlet tiyatrosu sahnesi var. İstanbul’da iki-üç tanedir. Burada başka bir kültür vardır. İnsanlar evden tiyatroya gitmek üzere çıkar; geçerken uğramaz. Tiyatroya gittiğinde de nasıl bir metinle karşılaşacağını bilir.
Can D.: Basında genel bir ilkedir: Ankara yetiştirir, İstanbul’a gönderir. Tiyatroda, müzikte de epey örneği var.
Erdal B.: Aynen. Ankara biraz daha konservatiftir. Ben İstanbul’da çok yoruluyorum. Bir yerden bir yere giderken ömrümden ömür gidiyor. Üretmek zor İstanbul’da… Rahat bırakmıyorlar insanı… Aklınızı çelecek çok şey var. Ankara rahat.

Can Dündar - Milliyet